Giriş (Elif Sarı)
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 9 Kasım 2017 tarihinde 41. Muhtarlar Toplantısı’nda yaptığı konuşmada Bursa Nilüfer Belediyesi’nin mahalle komitesi seçimlerine getirdiği “beşte bir LGBTİ kotası”na tepki gösterdi. “Ana muhalefet partisi sıfatını taşıyan bir partinin milletimizin değerleriyle bağları öylesine kopmuş durumda ki şu anda aramızdaki temsilcilerinin de bulunduğu bir büyükşehrimizde CHP’li ilçe belediyesi mahalle komiteleri için yapılacak seçimde beşte bir oranında, düşünün ya, eşcinsel kotası koyabiliyor, Allah şaşırtmasın, şu hâle bak ya. Bir partide ölçü kalmayınca, muvazene kaybolunca işte böyle nereye savrulacağı belli olmuyor” açıklamasında bulundu.
Bursa Nilüfer Belediyesi, Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği'nin (SPoD) yerel yönetimlere yönelik hazırladığı “LGBTİ Dostu Kentler” protokolünü imzalayan beş belediyeden biri. Erdoğan’ın konuşmasının hemen ardından yerel basın ve sosyal medya, Nilüfer Belediyesi ve LGBTİ’leri millî değerlere ters düşmekle suçlayıp hedef göstermeye başladı. Henüz Bursa Nilüfer Belediyesi’ne ve LGBTİ’lere yönelik sosyal medyadaki saldırılar bitmeden, İlke Haber Ajansı “Mardin'de halkın tepkisine neden olan ‘eşcinsellik programı’ tekrar gündemde” başlıklı bir haber yayınladı. Sabah, Güneş, Habervaktim ve Yeni Akit gibi medya kuruluşlarınca da yayımlanan ve LGBTİ’ler hakkında nefret söylemi ve tehditler içeren haberler nedeniyle Bianet ve Kaos GL'nin 18 Kasım 2017’de Mardin’de gerçekleştirmeyi planladıkları “Toplumsal Cinsiyet Odaklı Habercilik Atölyesi” ertelendi.
Mardin’deki etkinliği hedef gösteren haberler ve sosyal medya kampanyaları devam ederken yine Yeni Akit ve Habervaktim gibi medya kuruluşları “Sapkınlara Hans Desteği” ve “Alman LGBTİ Film Günleri rezaleti” gibi ayrımcı ve nefret söylemi içeren haberlerle, 16-17 Kasım’da Ankara’da düzenlenmesi planlanan Alman LGBT Film Günleri’ni hedef gösterdi. Sosyal medyada da “#LGBTfilmgünleriiptaledilsin” ve “#İstiklalimizeKaraLeke” başlıklarıyla dile getirilen nefret söylemleri ve İHH İnsani Yardım Vakfı’nın etkinliğin yasaklanması için yaptığı basın açıklamasının ardından, Ankara Valiliği etkinlikten yalnızca bir gün önce, “provokasyonlara neden olabileceği” gerekçesiyle film gösterimlerini yasakladığını duyurdu. İsmi geçen medya kuruluşları, valiliğin kararını “Habervaktim yazdı valilik yasakladı” ve “Akit’in haberi ses getirdi… Valilik rezalete dur dedi” başlıklı haberlerle kutlarken, kendilerinin körüklediği nefret söylemlerinin yasaklama kararında rol oynadığını da gözler önüne serdi. Valiliğin yasaklama kararının hemen ardından İzmir, Kocaeli ve Bursa’da da benzer LGBTİ etkinlikleri yazılı tebliğde bulunulmadan yasaklandı.
Son olarak 19 Kasım 2017 tarihinde Ankara Valiliği, internet sitesinden yaptığı açıklamada lezbiyen, gay, biseksüel, trans ve interseks dernekler tarafından Ankara’da düzenlenmesi planlanan tüm etkinliklerin yine “provokasyonlara neden olabileceği” iddiasıyla ve “toplumsal hassasiyet ve duyarlılıklar”, “kamu güvenliği”, “genel sağlık ve ahlakın korunması” ve “başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gerekçeleriyle süresiz olarak yasaklandığını bildirdi. Ardından, 25 Kasım tarihinde İstanbul Pera Müzesi’nde British Council ve Pembe Hayat KuirFest iş birliğiyle düzenlenecek LGBTİ temalı kısa film gösterimleri, Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından daha sonra açıklanacak bir tarihe ertelendi.
Hukukçular, insan hakları ve LGBTİ dernekleri ve aktivistleri bu yasak kararlarının hukuka aykırı, ayrımcı ve keyfî olduğunu vurgularken Kaos GL ve Pembe Hayat, Ankara Valiliği’nin LGBTİ eylem ve etkinliklerini yasaklamaya yönelik kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle dava açtı. Türkiye’nin dört bir yanındaki LGBTİ aktivistleri de LGBTİ Yasaklarını Geri Çekin Platformu’nda LGBTİ’lerin özgürlüklerini kısıtlayan ve yaşam alanlarını ellerinden alan bu kararların bir an önce geri çekilmesi için çeşitli kampanyalar düzenleyerek yasaklara karşı seslerini yükseltti.
Hâl böyleyken, biz de İngilizce ve Türkçe yayımladığımız bu eleştirel forumda, akademisyen ve aktivistlere hem son dönemdeki yasaklara hem de Türkiye’de LGBTİ hak ve özgürlüklerine dair görüşlerini sorduk.
Kamu Güvenliği Tam Olarak Neyin Güvenliğini Sağlar? (Evren Savcı)
Hükümetin her fırsatta başvurduğu bir bahane hâline gelen “kamu güvenliği” söylemi, Türkiye’nin başkenti Ankara’daki LGBTİ grupların düzenlediği tüm etkinliklere getirilen son yasağın da gerekçesini oluşturuyor. Yerel yönetimlerin LGBTİ etkinliklerini yasaklamak için kamu güvenliğini gerekçe olarak göstermesi ilk defa yaşanan bir durum değil. İstanbul Valiliği son iki yıldır Trans Onur Yürüyüşü’nü, son üç yıldır da LGBTİ Onur Yürüyüşü’nü benzer gerekçelerle yasaklıyor: 2015’teki LGBTİ Yürüyüşü, Ramazan ayında gerçekleşeceği için, toplumun dini hassasiyetleri öne sürülerek yasaklanırken valilik 2016 ve 2017 yürüyüşlerinde de hem yürüyüşe katılanların hem de alandaki turistlerin güvenliğine dair kaygılarını vurgulamış ve yine kamu güvenliğinin tehlikeye düşürülebileceğini öne sürerek yürüyüşleri yasaklamıştı.
Ankara Valiliği’nin bu son yasak kararına dair internet sitesinden yaptığı kısa açıklama, sözde dini hassasiyetlerle güvenlik kaygılarını harmanlayarak, LGBTİ gruplar tarafından düzenlenen etkinliklerin “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceği, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkabileceği”ni belirtiyor. Açıklamanın ilerleyen satırlarında muğlak bir şekilde ifade edilen “birtakım toplumsal duyarlılıklar”, doğrudan dinle ilişkilendirilmiyor. Aksine, din ve mezhep, sınıf, ırk veya bölge gibi diğer faktörlerin arasında sıralanıyor. Yine de valiliğin sıraladığı bu faktörlere şüpheyle yaklaşmamak pek mümkün değil. Zira “bazı grupların” neden tahrik olabileceğine dair elimizdeki tek örnek, Ramazan ayında düzenlenmek istenen Onur Yürüyüşleri. 2015’ten bu yana, aşırı milliyetçi bir grup olan Alperenler, bu utanç verici etkinliğin kutsal Ramazan ayında gerçekleşmesine asla izin vermeyeceklerini ve güvenlik güçleri yürüyüşü engellemezse kendilerinin müdahale edeceğini duyuruyor. 2015 LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne katılanlar, yasaklamalara “Şaban’la Recep’in aşkına Ramazan engel olamaz” yazılı bir pankartla cevap vermiş, ama bireylerin ifade ve düşünce özgürlüğünün ancak din ve vicdan özgürlüğünü engellemediği sürece var olduğu öne sürülerek, pankartı taşıyan kişilere dava açılmıştı. İslam’ın kutsal aylarıyla dalga geçmek ve “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçlamalarıyla birer yıla kadar hapisle yargılanan kişiler, Aralık 2016’da beraat ettiler.
Özgürlükleri korumak adı altında güvenlik önlemlerini bahane ederek çeşitli özgürlükleri kısıtlamak tabii ki Türkiye’ye has bir uygulama değil. Özgürlük ve güvenlik arasındaki kısır döngü, Foucault’nun (2008) Collège de France'taki derslerinin de temel başlıklarından birini oluşturmaktadır. Özgürlük yoluyla yönetme tezini ortaya atan Foucault’a göre liberal yönetimsel uygulamalar, piyasa özgürlüğü, alma ve satma özgürlüğü ya da mülkiyet haklarının serbest kullanımı gibi özgürlüklere bağlıdır. Dolayısıyla liberal yönetimsellik hem bu özgürlükleri yaratmak hem de insanların özgür olabilmek için bu özgürlüklere ihtiyaç duyduğunu savunmak zorundadır.[1] Dahası, liberalizmin inşa ettiği özgürlük her zaman beraberinde birtakım kısıtlamalar ve bedeller getirmektedir. İşte “güvenlik” dediğimiz şey, bu yaratılan özgürlükleri ve onların bedellerini hesaplama prensibinin ta kendisidir.
Bu nedenle, Spivak’tan alıntılayacak olursak, güvenlik, liberal hükümetlerin aldıkları tüm önlemleri meşrulaştıran ve onu istememe şansımızın ya da lüksümüzün olmadığı bir şeydir. Bunu söylerken, Türkiye’deki LGBTİ aktivistlerinin ya da yasaklanan etkinliklere katılmayı planlayanların hükümetin gerçekten de onların güvenliğini sağlamak için bu yasakları getirdiğine inandıklarını iddia etmiyorum. Uluslararası neo/liberal sistemlerde güvenlik bariz ve meşru olarak kabul edildiği için her daim işlerliğe sahiptir. Yalnızca güvenlik değil, güvenlikleştirme de bu neoliberalleşmiş liberal sistemlerin mantıksal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden, bize daha çok “özgürlük” sunuldukça, bu sözde özgürlüklerin bedelini daha çok güvenlikle ödüyoruz.
AKP hükümeti, bugün Sünni İslamcı bir ahlak rejimiyle neoliberal değerleri birleştiriyor ve önümüze toplumsal duyarlılıkları nedeniyle her an “kin ve düşmanlığa tahrik olmaya” hazır bir toplum resmi koyuyor. Bu güvenlikleştirici şema hâlihazırda var olan birtakım duyarlılıklardan bahsedermiş gibi yaparken aslında toplumsal ya da dini hassasiyetleri olan insanları ve grupları üretiyor. Güvenliğin modern otoriter rejimlerin yeni adı hâline geldiği su götürmez bir gerçekken, artık güvenlik talep etmediğimiz yollar bulmak zorundayız. Bunu yaparken, liberal ve neoliberal rejimlerde güvenlik ve sözde özgürlükler arasında kurulan bağları da koparmalıyız. Bu rejimler tarafından belirlenmiş özgürlüklere razı olmadan, yeni özgürlük tanımları ve biçimleri tahayyül etmeliyiz. Günümüzde özgürlük bireyin toplumdan korunması, güvenlik de toplumsal çıkarların bireysel çıkarlardan korunması olarak sunulurken, bu yeni özgürlük tanımları ister istemez bireyselle toplumsal arasında kurulan ikili zıtlığı da sorgulamamızı ve yerinden etmemizi sağlayacak.
[1] Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de France 1978-1979 (New York: Palgrave Macmillan, 2008).
Devlet Destekli Hak ve Özgürlükler: Homofobi ve Transfobi (Sinan Göknur)
Ankara Valiliği’nin LGBTİ temalı etkinliklere getirdiği yasaklama, bana 2006’da yaşanan süreci hatırlattı. O dönemde LGBTİ+ hareketi yasal olarak dernekleşmeye giderek sivil toplumdaki yerini resmileştirmeye çalışıyordu. 2005 ve 2006 yıllarında İstanbul, Ankara ve Bursa olmak üzere üç ilde dört LGBTİ+ örgütü, dernekler masasına başvurularını yapıp resmî dernek statüsü kazanmıştı. Bunu takiben üç ilin valilikleri de LGBTİ+ derneklerin kapatılması talebiyle dava açtı. Gerekçelerin temelinde bu derneklerin genel ahlaka aykırı olduğu suçlaması yatıyordu. Buna karşılık LGBTİ+ hareketinden aktivistler oldukça muğlak bir ifade olan genel ahlakın siyasal istismarını sorgulamaya açtılar. Zira genel ahlak kavramı ataerkil ve aynı zamanda heteronormatif baskı ve şiddete karşı mücadele veren kesimlere karşı kullanılmak üzere devlet yetkilileri tarafından rahatça manipüle edilebilen bir nitelik taşıyordu.
2006 yılında, Ankara, İstanbul ve Bursa’da bulunan LGBTİ+ dernekleri kapatma davalarına karşı bir protesto yürüyüşü gerçekleştirmek ve basın açıklaması yapmak için Bursa’da buluşmuşlardı. Bursa Valiliği “düşünceyi yayma ve açıklama özgürlüğü” kapsamında gösteriye izin vermişti. Fakat o dönemin Bursasporlu Esnaflar Derneği Başkanı sosyal medya üzerinden Bursaspor taraftarlarını gösteri aleyhine kışkırtan ve kendi ifadesiyle erkekliklerini ispat için taraftarları LGBTİ+ katılımcılara saldırmaya teşvik eden bir kampanya yürüttü. Yürüyüş günü, polis taraftarların saldırı tehdidi ve hassasiyetlerinden söz ederek yürüyüşün güvenlik sebebiyle iptaline karar vermekle kalmayıp katılımcıları Bursa Gökkuşağı LGBTT dernek binasında saatlerce kapalı tuttu. Kapalı kaldıkları binaya dışarıdan hakaretler, tehditler yağdıran ve taş atan taraftarların gövde gösterisine maruz bırakılan LGBTİ+ katılımcılar, olanlara büyük ölçüde seyirci kalan polisin telaffuz ettiği güvenlik vaadi ile kendilerine yönelik sindirme politikaları arasındaki istismara açık sınırı yakından deneyimlemiş oldular.
Kısacası Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin parçası olan insanlar, genel ahlak ve güvenlik gibi kavramların içi boşaltılarak ve çarpıtılarak aleyhlerine kullanılmasına zaten aşinalar. Bu yeni yasak kararında ise genel ahlak ve güvenlik vurgusuna ek olarak bir de “hak ve özgürlük” kavramlarının LGBTİ+ vatandaşların aleyhine kullanıma sokulduğunu görüyoruz. Ankara Valiliği yasak duyurusunda “sinema, sinevizyon, tiyatro, panel, söyleşi, sergi vb.” her tür LGBTİ+ etkinliğin “başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunmasını tehlikeye düşürebileceği” beyanında bulunuyor. Belirtilen kültürel etkinliklerin ne tip hak veya özgürlüklere tehdit oluşturabileceği konusu biraz irdelenirse Ankara Valiliği’nin bu ifadeyle homofobi ve transfobiyi hak ve özgürlükler kapsamında çerçevelemeye yeltendiği sonucuna ulaşılabilir. Ayrımcılığın bu kadar açık bir biçimde hak ve özgürlükler kapsamına alınmaya çalışılması son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde de gündeme geldi. Tutucu evanjelist Hristiyanlar, ABD’de temel anayasal haklardan biri olan din özgürlüğünü, diğer bir deyişle ABD vatandaşlarının kimsenin baskısına maruz kalmadan istediği dine mensup olabilme özgürlüğünü çarpıtarak LGBTİ+ kişilere karşı ayrımcılığı din özgürlüğü çerçevesinde yasallaştırmaya çalışmıştı. Aynı şekilde, beyaz ırkın üstünlüğünü savunan ırkçı gruplar, ABD’de ırkçılığa karşı verilen mücadelenin kendilerinin düşünce ve ifade özgürlüklerini tehdit ettiği savıyla bu tip mücadeleleri gayrimeşrulaştırma çabası içindeler. Bu mantık; ırk, cinsiyet, cinsellik temelli ayrımcılık ve eşitsizlikleri anayasal haklar ve özgürlükler kapsamına sokarak meşrulaştırmanın yanı sıra, bu tip haksızlıklara resmî devlet garantisi talep etmeyi hedeflemektedir. Hâl buyken, ayrımcılığa karşı verilen mücadele, hak arayışı ve hatta her tür kültürel etkinliğin de bu mantık çerçevesinde aslen var olmayan hak ve özgürlüklere tehdit olarak nitelendirilebilmesi şaşırtıcı sayılmaz.
Bir taraftan, bu gelişmeler bize ırk, cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsellik bazlı baskı ve ayrımcılığın toplumlar içerisinde büyük ölçüde ifşa olduğunu ve statükonun devamlılığını isteyenlerin artık eskisi gibi inkâr veya görmezden gelme politikaları güderek işin içinden çıkamayacaklarını gösteriyor. Aksi takdirde, ironik diyebileceğimiz bir biçimde “hak ve özgürlük” kisvesi altında bu tip haksızlıklara yeni meşruiyet ve yasallık zeminleri bulma çabasına girmezlerdi herhâlde.
2006 ve 2008 yılları arasında, yaklaşık iki yıllık bir sürecin sonunda kapatma davaları reddedilerek süreç LGBTİ+ derneklerin lehine sonuçlanmıştı. Sonraki yıllarda diğer illerde de yeni LGBTİ+ grupların dernekleşme sürecine tanıklık ettik. 2015’ten itibaren ise hükümetin LGBTİ+ harekete karşı tavrının tekrar sertleştiğini görüyoruz. İstanbul’da her yıl gerçekleşen LGBTİ Onur Haftası yürüyüşleri şiddetli polis saldırısına maruz bırakılıyor. Şimdi de Ankara Valiliği örneğinde görüldüğü gibi mevcut yasalara aykırılığı avukatlarca ifade edilen süresiz ve topyekûn yasaklamalarla ve Ankara’dan sonra İstanbul’da da meydana gelen LGBTİ+ etkinlik iptalleriyle karşılaşmaktayız. LGBTİ+ hareketine emek veren insanlar, toplumla aralarında gelişmekte olan ilişki ile valiliklerin tırmandırdığı gerilim arasında tezatlık olduğu kanaatindeler. On yılı aşkın süredir verilen sivil toplum mücadelesinde LGBTİ+ varoluşun ve yaşadıkları zorlukların toplum tarafından da kavranmaya başlandığı bir noktada, valiliklerin yasaklama açıklamaları kışkırtıcı ve ilişkileri aşındırıcı bir risk taşıyor. Bunlara cevaben, Ankara’daki LGBTİ+ dernekler yürütmenin durdurulması talebiyle mahkemeye gideceklerini açıkladılar. 2008 yılındaki dava kararları göz önünde bulundurulursa mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı çıkacağı konusunda beklentileri oldukça yüksek. Tabii yine de son on yılın yargı sistemi üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurduğumuzda LGBTİ+ hususlarda ayrımcılığa karşı adaletin hâlâ tecelli edip etmediğini ancak süreci takip ederek görebileceğiz.
LGBTİ ve Baskılama Retoriği (Mehmet Sinan Birdal)
Ankara Valiliği, 15 Kasım tarihinde, Pembe Hayat KuirFest, Almanya Büyükelçiliği ve Büyülü Fener Sinema Salonu iş birliğiyle gerçekleşecek olan Alman LGBT Film Günleri’ni yasakladı. Yasak gerekçesinde valiliğin birtakım “toplumsal hassasiyet ve duyarlılıkları” içeren bir film gösterimi organizasyonu yapılacağı şeklinde bilgiler aldığı belirtildi. Türkiye’deki bürokratik ve yasal dilin muğlaklığının bariz bir göstergesi olan bu ikileme, aynı zamanda modern Türkiye’deki devlet destekli homofobinin de alışılagelmiş bir ifadesi. Franz Neumann, hukuktaki “genel ifadelerin” nasıl da alınan keyfî kararlara dair bir genellik yanılsaması yarattığını Alman faşizminin yükselişine bakarak ortaya koyar. Genel ahlak, toplumsal hassasiyet ve duyarlılıklar, millî güvenlik gibi kavramlar hukukun üstünlüğü prensibini askıya alacak istisnalar yaratmak için kullanılırken zamanla istisna hâlinin—ya da eş deyişle olağanüstü hâl kavramının—norm hâline gelmesini sağlar. Yani diyebiliriz ki hukuk, siyasi irade nereye çekerse oraya giden bir istisna hâline gelir. Ankara Valiliği’nin yasaklarını Bursa, Kocaeli, Mardin ve İstanbul’da da benzer yasaklar takip etti. Valilik ya da kaymakamlıklar tarafından alınan ve inadına muğlak bir dille ifade edilen bu kararlar, yapılması planlanan etkinliklerin olası saldırılardan korunamayacağını öne sürerek LGBTİ etkinliklerini fiilen yasaklamış ve örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve dernek kurma özgürlüğü ve ifade özgürlüğü gibi özgürlükleri engellemiştir.
2002 yılında, üniversite öğrencilerinin konuklara sorular yönelttiği bir televizyon programında, dönemin taze başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a eşcinsellerin haklarıyla ilgili görüşleri sorulmuştu. Erdoğan bu soruya, “Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman televizyon ekranlarında onların muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyorum” diyerek cevap vermişti. Yalnızca muktedirden gelebilecek bu göstermelik iyi niyetin, zaman içinde vaatlerini yerine getirememiş olması elbette şaşırtıcı değil. Türkiye siyasetini yakından takip edenler, LGBTİ haklarının tanınmasının AKP usulü muhafazakâr demokrasiyle örtüşmeyeceğini zaten belirtmişti.
AKP’nin kendinden menkul liberalizminin tavan yaptığı 2002-2010 yılları arasında, parti ideologları ve liderleri kendi siyasetlerini Türkiye’deki tek demokratikleştirici güç olarak yerli ve uluslararası kitlelere pazarlamaya çalışırken bile, LGBTİ konusunda aldıkları tutum apaçık ortadaydı. Bugün itibarını yitirmiş parti ideoloğu Yalçın Akdoğan, liberal çoğulculuk ve hoşgörünün, milletin birliği ve bütünlüğü için elzem olan millî değerlere dayandığını açıkça ifade etmişti. Tartışmaya ya da müzakereye açılmayan muhafazakâr aile ve genel ahlak tanımları bu değerlerin özünü oluşturmaktaydı. Diğer bir deyişle LGBTİ haklarının tanınması ve LGBTİ görünürlüğü, millî birlik ve bütünlüğe bir tehdit olarak algılanıyordu. AKP’nin kamusal entelektüelleri LGBTİ’leri açıkça kınamaktan çekinmiyor, eşcinselliğin hastalık, günah ya da suç olarak ele alınıp alınmaması gerektiğini tartışıyorlardı.
Batı’nın AKP’nin ordu ve yargı içindeki milliyetçi/Avrasyacı gruplarla mücadelesini kendinden geçmişçesine desteklediği bu dönemde, AKP’nin demokratikliğine dair dile getirilen çekinceler duymazlıktan gelindi. Türkiye’de LGBTİ haklarının tanınmasıyla ilgili bir şeyler anlatırken, bu konuyu demokratikleşme gündemindeki lüks bir madde olarak gören İngiliz bir akademisyenin söylediklerimi kulak ardı ettiğini hatırlıyorum. İlginç biçimde aralarında postkolonyal akademisyenlerin de olduğu pek çok Batılı gözlemciye göre AKP Doğu’ya yeter de artardı bile (bon pour l’Orient). LGBTİ’ler Batı’da bile tam eşitliğe ulaşmamışken, biz Doğulular nasıl olur da böyle bir şey talep edebilirdik? Asıl demokratik mücadele, halkın AKP’si ile derin devlet arasında yaşanıyordu. Liberal demokrasinin reel politiğinde, LGBTİ hakları arka planda kalmak zorundaydı—tabii arkada LGBTİ’ler için yer kaldıysa.
Hâl böyleyken, 2013 Gezi direnişiyle birlikte Türkiye’de LGBTİ görünürlüğü daha önce hiç olmadığı kadar arttı. Gezi protestocuları LGBTİ sloganlarını benimsemekle kalmadı, 2013 Onur Yürüyüşü’ne katılarak ülkenin ve bölgenin tarihindeki en geniş katılımlı onur yürüyüşünü de gerçekleştirdi. İlerleyen haftalarda, yerel gruplar İstanbul’un çeşitli semtlerindeki merdivenleri, duvarları, kaldırımları gökkuşağı renklerine boyadılar. Dahası, ana muhalefet partileri olan HDP ve CHP, hem LGBTİ’lerin taleplerine seçim kampanyalarında yer verdi, hem de LGBTİ bireyleri aday listelerinde gösterdiler. LGBTİ haklarının tanınması Türkiye’deki ilerici siyasetin olmazsa olmazı hâline geldi. LGBTİ’lere yönelik bu yeni baskı furyasını bu bağlamda ele almalıyız.
7 Haziran 2015 genel seçiminde tek başına hükümet kurmak için gereken çoğunluğu sağlayamayan AKP’nin seçim sonuçlarını kabul etmeye yanaşmaması, Türkiye’yi kanun hükmünde kararnamelerle ve olağanüstü hâl yasalarıyla yönetilen bir ülke hâline getirdi. Terör saldırıları ve darbe girişimiyle toplumun terörize edilmesini, bürokrasi ve akademideki tasfiyeler, medyanın baskılanması ve demokratik muhalefetin yok edilmesi izledi. Seçimden iki buçuk yıl sonra, Türkiye daha da kırılgan ve hiç olmadığı kadar güvensiz gözüküyor. Ve bir kez daha LGBTİ’ler yalnızca kendileri oldukları için değil, barış içinde yaşayan çoğulcu, demokratik bir topluluğu temsil ettikleri şey için de hedef hâline getiriliyorlar.
[1] Der Funktionswandel des Gesetzes im Recht der bürgerlichen Gesellschaft, Zeitschrift für Sozialforschung, No 6, 1937, pp. 542-596.
OHAL’e Karşı Aşkla Direnmek (Demhat Aksoy)
Aslında dönmeyi anladığım yerde başladım ben bu mücadelenin gerekli olduğuna inanmaya. Yani öyle sadece bir yerden bir yere geçmek, dönmek değil hani. Bütünen dönmekten bahsediyorum. Bunu her yere evirmekten. Bunu söylerken ya da bir yerde dillendirirken kimileri sadece cinsiyetler arası bir dönüş olduğunu düşünüyor. Bu düşünce yapısı, bize dayatılan heteronormatif sistemin düşünce yapısı. Aslında ben buna karşı bir dönüşten bahsediyorum. Yani bu kadar normun içinde büyüyüp buna karşı duruşun ta kendisinden bahsediyorum.
Trans hareketin bu anlamda beni çok dönüştürdüğünü, döndürdüğünü söyleyebilirim. Aslında sadece beni değil herkesi döndürme kapasitesine sahip gibime geliyor. Bu kadar kapsayıcı olması heyecanlandırıyor doğrusu. Benim son yıllarım bu heyecanla var oldu ve devam ediyor. Heyecanın olduğu her şey, her yer çekici gelmiştir bana. Ha bir de OHAL dedikleri bir şey var. Heyecanımızı yok etmeye, evlere kapatmaya, tek tipleştirmeye ve “siz yoksunuz” demeye getiren bir şey. Bir oyun. Ama şunu bilmek gerekir, her oyunun bir sonu vardır. Bu kadar kötü bir oyunun sonu da onlar açısından kötü olur. Olmaz mı? Biz aşk için direnenler sizce kötülüğü tekrar aşkla yenemez miyiz? Hem tarihte aşk mücadelesi verenlere bakın, sonuçlarına bakın, hep aşk kazanmıştır. Aşkımızı yok etmek isteyenlere LGBTİ+ hareketinin tutumu her daim aynıdır. Direnmek! Ama bildiğiniz norm direnmeler değil, direnmenin âlâsı bizimkisi. Aşkla olanı.
Bu son süreçteki YASAK kelimesine gelecek olursak: Kelime diyorum, çünkü “yasak” benim için bir kelimeden başka bir şey değil. Ailem “kadınlık yasak” dedi, kaçtım, özüme döndüm. Öğretmenim “sınıfta koşmak yasak” dedi, bütün çocukları örgütledim, öyle koştum. Birileri “kadınların kahkaha atması, sokağa mini etekle çıkması yasak” dedi, daha çok güldüm ve en mini elbiselerimle gecesiyle gündüzüyle sokaklarda oldum. Şimdi de kalkmış kendilerini “efendi” sananlar, “LGBTİ+ etkinlikler yasak” diyor. Bunlara öncelikle Gezi Parkı eylemlerindeki pankartı hatırlatmak gerekiyor: “YASAK NE AYOL!” Dönmeyiz dedim ya ayol. Bunları mı döndüremeyeceğiz? Ben bana yüklenen erkekliği, iktidarı nelere döndürdüm. Bunlar bana vız gelir tırıs gider. Şiddetin, zulümün olduğu yerde başkaldıranlar olur elbet. Aile de öyle değil miydi? Ne dayaklar yedim ağabeylerimden, sırf kıvırtarak yürüyorum diye. Ne yaptım şimdi? Kendi hayatımı kurdum ve yaşıyorum, hem de istediğim kimlikte ve bedende. Mücadele ile kaplı bir ruh asla vazgeçmez. Vazgeçmek fıtratımızda yok! Korksunlar, dönmeler-ibneler aşkla geliyor!
“Dış Mihraklar,” Sömürgecilik ve Homofobi (Elif Sarı)
Ankara’dan başlayarak diğer illere yayılan LGBTİ etkinliklerine yönelik yasak ve engellemeler, her şeyden önce örgütlenme hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir. Bu yasaklar aynı zamanda devletin “genel ahlak,” “kamu güvenliği” ve “kamu sağlığı” gibi muğlak kavramları nasıl LGBTİ bireylere karşı ayrımcılık, nefret ve şiddeti meşrulaştırmak için kullandığının ve istismar ettiğinin de açık bir örneği. Bu muğlak ve içi boş ifadeler, Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra ilan edilen -ve hâlen devam eden- OHAL rejimi altında daha sık kullanılır oldu. Hukukun üstünlüğü prensibinin askıya alındığı bu süreçte keyfî takdir yetkileri artan idari birimler, kamu düzeni, güvenliği ya da sağlığını tehdit ettiğine inanılan herhangi bir şeyi yasaklayabilir ya da engelleyebilir hâle gelirken, bu bahsedilen tehdidin ne olduğunu, kimin böylesi bir tehdit oluşturduğunu ya da kimin bu tehdidin varlığına karar verdiğini belirtme zorunluluğu da duymuyor. Aslında OHAL sürecinde hak temelli sivil toplum örgütlerinin kapatılmasını, siyasi gösteri ve toplantıların yasaklanmasını, göçmen ve mültecilerin sınır dışı edilmesini, tüm muhalefetin marjinalleştirilmesini ve tasfiye edilmesini meşrulaştırmak için bu muğlak “tehdit” kavramının nasıl sıklıkla kullanıldığına tanıklık ediyoruz.
Bunların yanı sıra, LGBTİ etkinliklerine yönelik yasaklar Türkiye’de darbe girişimi sonrası yükselen yabancı düşmanlığı ve nefretini de görünür hâle getirdi. AKP hükümeti en başından beri darbenin sadece yerli güçler tarafından yapılmadığını, aksine “dış güçler” tarafından organize edildiğini vurguluyor. Bu “dış güçler” retoriği, uluslararası kurum ve kuruluşlara karşı giderek artan bir şüphe, güvensizlik ve gözetleme ağını da beraberinde getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Nilüfer Belediyesi’nin LGBT kotasını millî değerlere ters düşmekle itham eder etmez, hükümet yanlısı medya kanalları ve sosyal medyadaki İslamcı ve milliyetçi bazı gruplar Türkiye’de gittikçe güçlenen LGBTİ aktivizmini ve görünürlüğünü Batı’nın kültürel emperyalizminin ve sömürgeciliğin bir “oyunu” olarak hedef almaya başladı. Yaptıkları haberlerde, hem Türkiyeli LGBTİ grupların Avrupa-Amerikalı LGBTİ gruplarla olan iş birliklerini ve ortak çalışmalarını, hem de yabancı kurumların Türkiye’deki LGBTİ hareketine dair dayanışma açıklamalarını ve maddi desteklerini Türkiye’nin bağımsızlığını, millî değerlerini ve millî güvenliğini yok etmeye çalışan bu Batılı komplonun “kanıtları” olarak sundular. Böylece LGBTİ’lere yönelik ayrımcılık, nefret ve şiddeti de antiemperyalist ve sömürge karşıtı bir hareket olarak konumlandırdılar.
Bu söylemlerde bulunanlar, her şeyden önce eşcinsellik karşıtı yasaların ve kurumsallaşmış, devlet destekli homofobinin köklerinin aslında Batı sömürgeciliğinde yattığını unutuyorlar. Dahası, homo/bi/transfobiden azade, normatif olmayan tüm cinsiyetleri ve cinsel hakları tanıyan bir “Batı” tahayyül ediyorlar. Oysa ki Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerindeki LGBTİ’lere yönelik şiddet ve ayrımcılık oranlarına baktığımızda böyle bir Batı’nın varlığından bahsetmek pek mümkün değil.
Bu tip söylemlerdeki belki de en önemli problem, Batı ve Doğu arasında kurdukları tek yönlü ilişki. Yani cinsiyet ve cinselliğe dair kavramların ve bilginin Avrupa ve Amerika’dan doğduğu ve oradan Batılı olmayan coğrafyalara doğru yayıldığı bir Batı-Doğu ilişkisi tahayyül ediyorlar. Bunu yaparken Türkiye’deki tüm LGBTİ’leri de Batı’dan gelen kavramları ve kimlik kategorilerini hiç sorgulamadan kabul eden pasif bireyler olarak görüyor ve gösteriyorlar. Ama gözden kaçırdıkları bir şey var: Türkiye’deki LGBTİ aktivistleri ve grupları, Batılı olduğu düşünülen cinsiyet kimliklerini ve cinsel kavramları tartışıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor, yeri geldiğinde kendi yerel ve bölgesel dertlerine ve mücadelelerine uyacak şekilde stratejik biçimde kullanıyor. Bir başka deyişle Türkiye’deki ve Batılı olmayan diğer ülkelerdeki LGBTİ mücadeleleri hiçbir zaman Batılı bir kuir hareketin kuyruğuna eklemlenmiş, üretme, yaratma, dönüştürme gücü olmayan bir parça olmadı. Tam tersine Batılı olmayan ülkelerde ve diasporalarda yıllardır süregelen LGBTİ mücadelesi, direnişleri ile LGBTİ bireylerin kuşaklar boyu ürettiği bilgi biçimleri, kendi yerellerindeki cinsiyet ve cinsellik rejimlerini değiştirip dönüştürmekle kalmıyor, yeni sosyal hareketlerin ve popüler kültür biçimlerinin ortaya çıkmasına neden oluyor, yeni kamusal alanlar ve gruplar yaratıyor ve daha önce var olmayan siyasi ittifakların kurulmasını sağlıyor.