Foruma Giriş
Büyük gün yakın. Önümüzdeki Pazar günü Türkiye hükümetinin yapısını baştan aşağı değiştirecek olan anayasa referandumu oylanacak. Önerilen 18 maddeden oluşan bu referandumun esas hedefi yürütme erkini elden geçirmek olup, en dikkat çeken değişim hedefi ise Başbakanlığı tamamıyla yok etmektir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı sadece sembolik bir pozisyonda kalmayıp, tam aksine yürütme erkinin tek liderine dönüşecek. Önerilen maddeler kapsamında, Cumhurbaşkanı tek başına bakan, yargıç ve diğer hükümet yetkililerini seçme ve çıkarma hakkı kazanacak. Muhalif siyasetçiler ve gazetecilere göre bu referandum Erdoğan’ın tek adam iktidarını pekiştirmeyi hedefliyor. Nitekim referandumda “EVET” kazanırsa Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı dönemini 2029’a kadar uzatabileceğini gözden kaçırmamak gerekir.
Bu referandum birçok bakımdan yıllar boyunca devam eden bir sürecin sonucu. Erdoğan, 2014’te Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana sembolik bir role sahip olan Cumhurbaşkanının gücünü ve kontrol alanını genişletmek için elinden geleni yapmıştı. Erdoğan’ın on seneden fazla süren iktidarına karşı çıkan HDP, Haziran 2015 seçiminde başarılı bir şekilde %10 seçim barajını aşarak AKP’nin hedeflediği mutlak çoğunluğun ve dolayısıyla daha güçlü bir başkanlık sisteminin önünü kesmişti.
Ancak Haziran 2015 seçiminden beri Türkiye gittikçe yoğunlaşan bir kıyamete sürükleniyor. Koalisyon hükümeti kurdurtulmayarak Haziran seçim sonuçları fiili olarak geçersiz kılınmış, dolayısıyla da anayasanın gerektirdiği üzere Kasım ayında yeni bir seçim yapılmak zorunda kalınmıştı. Haziran ile Kasım arasındaki beş ay içinde Türkiye kaosa sürüklendi: Suruç’ta yaşanan canlı bomba katliamı sonrasında Ankara’da da bir canlı bomba katliamı oldu; hükümet, PKK ile ateşkes anlaşmasını iptal ederek olağanüstü hal (OHAL) ilan edip sokağa çıkma yasakları ve sıkıyönetim ile Kürt bölgelerini çökertti; OHAL altındaki Cizre’de askerlerce vurulan 10 yaşındaki kız çocuğu Cemile Çağırga’nın cenazesini ailesi, evden çıkamadıkları için buzdolabında saklamak zorunda kaldı; insan hakları savunucusu Tahir Elçi kimliği bilinmeyen saldırgan(lar) tarafından Diyarbakır’da vurularak öldürüldü. Kasım 2015 seçimlerinden birkaç hafta önce Jadaliyya’ya yazan Sinem Adar’ın belirttiği gibi, “çok fazla şeyi kaybettik.”
Kasım seçiminde AKP oy oranını arttırabildiği halde mutlak bir çoğunluğa yine ulaşamamıştı. Buna rağmen AKP ve havuz medyası seçim sonuçlarını Erdoğan’ın istediği geleceğin işareti olarak değerlendirdi. Lakin Türkiye’de sürmekte olan kaos sona ermedi: 2016 Ocak’tan Haziran’a kadar İstanbul`da dört, Ankara`da iki ve Gaziantep’te bir canlı bomba saldırısı oldu. Suruç katliamı ile Atatürk Havalimanı katliamı arasında sırf canlı bombalar yüzünden 250 kişi ölmüş, 1000’den fazla kişi ise yaralanmıştır. Bunun yanı sıra sıkıyönetim altındaki Kürdistan’da şiddet, gazetecilerin ve akademisyenlerin hapsedilmesi, işçilerin ve LGBT aktivistlerinin eylemlerine yönelik yasaklar hiç bir şekilde dinmemiştir. Jadaliyya editörü Anthony Alessandrini’nin yazdığı gibi, “Erdoğan’ın Türkiye’sinde Kürtler, Aleviler, solcular, kuirler, ‘ahlaksız’ kadınlar, gençler, hatta iktidara karşı direnen herhangi biri—bunların hepsi ‘terörist’ diye tanımlanıp gözden çıkarılabilir hale getirilmektedir.”
Geçtiğimiz Temmuz ayında yaşanan darbe girişimi, AKP iktidarının meşruiyetini yerinden oynattı. Muhalefette bazı yorumcular Erdoğan ve AKP’nin, halkın iktidara desteğini teşvik etmek amacıyla “sahte bayrak” operasyonu gerçekleştirdiğini iddia etmiş, hükümet ve ana akım medya ise darbe girişiminin sorumluluğunu Fethullah Gülen ve destekçilerine yüklemişti. Birkaç sene öncesine kadar Gülen ile çok yakın ve samimi bir ilişkiye sahip olan AKP, Gezi’den ve özellikle de 17-25 Aralık yolsuzluk skandalından sonra Gülen’den uzaklaştı ve destekçilerini kamu görevlerinden arıtmaya kalkıştı. 2013-2016 arasında “FETÖ” diye adlandırılan bu kesimler tehdit olarak gösterilip tutuklanmış, ‘terörist’ ilan edilmiş, ve hapse atılmıştır. AKP gittikçe tüm muhalefeti de FETÖ’cü ilan etmektedir. Temmuz’daki darbe girişimi, “arıtmanın” yeterince kapsamlı olmadığının ispatı olarak görüldü. Patrick Cockburn’ın aktardığına göre aralarında 7.300 akademisyen ve 4.300 hakim olan 134.000 kişi açığa alınmış veya kovulmuş, 231 gazeteci tutuklu durumda, 149 basın kuruluşu kapatılmış ve toplam 140.000 kişi OHAL kapsamında gözaltına alınmış veya tutuklanmıştır. Jadaliyya editörü Aslı Ü. Bâli’nin anlattığı gibi, darbe girişimi ve iktidarın tepkisi, demokrasi ile sivil yönetim arasındaki çekişme ve çelişmeleri aydınlatıyor: “Türkiye, iktidarda olan her kimsenin devleti mal gibi el koyacağı, boşaltacağı ve kendi imgesine göre yeniden yaratacağı konjonktürel bir sürecin pençesindedir. Yönetmek ile muhalefeti dışlayıp yok etmek eşit sayıldıkça, demokrasi sırf çoğunlukçulukla tanımlandıkça, bu süreç devam edecektir.”
Referandum kampanyasında darbe söylemi çok önemli bir yer alıyor. 17 Mart tarihli konuşmasında Erdoğan, “16 Nisan referandumu 15 Temmuz`un intikamı olacaktır” dedi. Şubat ayında benzer bir şekilde “Hayır diyenlerin konumu, 15 Temmuz`un yanında yer almaktır” diyerek “HAYIR” kampanyasını lekelemeye çalıştı. “HAYIR” kampanyası bir terörist kampanyası olarak nitelendirildi ve kampanyaya katkıda bulunan en az 115 kişi gözaltına alındı. Kamusal alanda kampanya yürüten “HAYIR”cılara hakaret edildi ve saldırıldı. Orhan Pamuk’un Hürriyet’e verdiği bir röportajda “HAYIR” diyeceğini belirtmesi nedeniyle röportaj sansürlendi. Sosyal medyada “HAYIR” kampanyasına destek veren paylaşımları nedeniyle işten çıkarılanlar da oldu. Kısacası, “EVET” kampanyası lehine tamamıyla eşitsiz ve sorunlu şartlar altında gidiyor Türkiye referanduma.
Böylesi karmaşık bir siyasi ortamda, bu referandumda mevzunun tam olarak ne olduğu çok belirgin olmayabilir. Buradaki yazılar tam da bu soruya cevap vermeye çalışıyor. Yazıların gösterdiği üzere Türkiye’nin siyasi tarihi ve Türkiye’ye dair alışılagelmiş bazı paradigmaları yeniden ve etraflıca düşünmemiz gerekir. Yazılardaki eleştirel perspektifler, bu referandumun özündeki acil ve sabit açmazların altını çizmekle kalmayıp AKP’nin geçmiş ve şimdiki durumunu aydınlatıyor. Belki de en önemlisi bu yazılar, “HAYIR”ın son tahlilde Erdoğan’ın sonunun başlangıcı olabileceği umutlu bir paradigmaya bizi yönlendiriyor.
Saray Toplumuna Oylamak
Mehmet Sinan Birdal
Türkiye’nin referandumu yaklaşırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaferi pamuk ipliğine bağlı görünüyor. Bir seçim makinesi haline gelen AKP iç uyumunu, hevesini ve keyfini hiç bu kadar kaybetmemişti. Parti organları, saray erbabı, bürokrasi ve “Milli Mutabakat koalisyonu” arasında saklanamayacak kadar ciddi çatışmalar olduğu açıkça görünüyor. Referandum süreci ve Erdoğan’ın mutlak güç olma hırsı bu çatışmaları körüklemiş olsa bile, sonuç ne olursa olsun referandum sonrası bu çatışmalar sönümlenmeyecek. Zira bu çatışmalar “Erdoğanizm” olarak adlandırabileceğimiz akımın yükselişinin doğal bir sonucu. Bu dinamikleri atlayan bir analiz ortaçağ prenslerine yazılan tavsiye mektuplarındaki klişelerden daha öteye geçemez. Bu tavsiye mektupları rejimin zayıflamasını hep prensin yeteneksizliğine, eğitimsizliğine, aşırı hırslılığına veya aç gözlü danışmanlara bağlar.
Esasında Batı medyası ve akademide yaygın analizler bir süre öncesine kadar bayıldıkları “Türkiye Modeli”ni eleştirel bir şekilde yeniden değerlendirmektense bu klişeleri tercih ettiler. Lideri suçlamak, doğum yeri olan Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da bile dökülmeye başlayan, ancak ideal olarak tanımlanan liberal demokrasi modelinin eksiklerini analiz etmekten elbette daha kolaydı. Burada söz konusu olan basit bir teorik egzersizden çok daha fazlası. Erdoğan’ın halihazırda bütün bu yetkileri hiçbir denetleme mekanizmasına takılmadan kullanabilmesine rağmen referandum için bu kadar bastırmasını yine yukarıda bahsedilen dinamikleri anlamadan cevaplamamıza imkan yok.
14. Louis’in Versay’ını analiz eden Norbert Elias, “tek adam idaresi”nin (monarchia), siyasal elit arasındaki çatışma ihtimalinin çok yüksek olmasının bir sonucu olduğunu söylüyor. Sivil savaş sırasında tehdit altında olan Fransız asilleri arasındaki rekabetin yükselmesi, ancak bütün gücün hiçbir yasal sınırlamaya tabi olmayan bir prensin ellerine verilmesiyle engellenebilirdi (legibus solutus). Saray toplumu ne saray takımının özgür iradesinin ne de mutlakiyetçi kralın kararıyla kuruldu. Elias’a göre saray toplumu tıpkı kilise, fabrika, ya da bürokrasi gibi belirleyici bir sosyal oluşum olması dolayısıyla sosyolojik olarak incelenmelidir. Elias’ın mutlakiyetçilik üzerine geliştirdiği analizinin gücü siyasi topluluktaki bireylerin niyetleri yerine yapısal siyasi çatışmalara verdiği önemde yatıyor.
Elias, doktora tezinin ek bölümünde yapısal çatışmalardan azade bir devlet olabileceği görüşünü eleştiriyor. Türkiye’nin hem İslamcılarında hem Kemalistlerinde hakim olan bir görüş bu. Alparslan Türkeş bu görüşe kesinlikle katılırdı, kendi deyişiyle: “Ne mozaiği ulan? [Türkiye] mermerdir mermer.” Bu şatafatlı benzetme ancak istikrarsız bir rejimdeki bir propagandaya delalet edebilir. Son dönemlerde Türk milliyetçiliğinin hakikat iddiasına karşı da, 14. Louis’in Versay duvarlarındaki Sezar ya da Jüpiter gibi tasvir edilmesine benzer bir şüphecilikle yaklaşmak gerekiyor.
Erdoğan’ın sarayının hükümetin dinamosu olarak ortaya çıkışı milliyetçiler ve Avrasyacılar olarak Erdoğancılar ve sözde Ergenekoncu grubun zayıf koalisyonunun kurulmasına denk geldi. Bu yeni koalisyonun programı Rusya ve İran’la yeni ilişkilerin kurulması, Kürtlere, Türkiye soluna ve Gülencilere karşı sindirme politikaları üzerine oluşturuldu. Ergenekoncuların çok da uzak olmayan bir zamana dayanan hafızasını düşününce, özellikle Gülencilerin tasfiyesini göz önünde bulundurarak Erdoğan’ın iyi niyetine güvenmeleri çok olası görünmüyor.
Erdoğan’ın 16 Nisan referandumunu düzenlemesindeki ana hedefi liderliğini hem yurt içinde hem yurt dışında meşrulaştırmak. Bir “HAYIR” oyu Erdoğan’ın liderliğine vurulmuş ciddi bir darbe anlamına gelirken, koalisyon partnerlerini güç istekleri konusunda cesaretlendirerek devlet içerisindeki çatışmaları tırmandıracaktır. Bir “EVET” oyu ise süregelen olağanüstü hali meşrulaştıracak ve olağan hale getirecektir. Sonuçtan bağımsız olarak ise Erdoğancılık her zaman “oldu bitti sanatına” dayanan yönetme mantığı olacaktır. Elias’ın vurguladığı gibi, sözümona uyumlu toplumun aldatıcı görüntüsünün ötesine bakabilmek, bu siyasi çatışmaların sadece parlamenter siyasetin kamusal alandaki tartışmalarından ibaret olmayıp, Bizans sarayının entrikalarına dayandığını görmemizi sağlayacaktır.
[Güney California Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Fakültesinde ve Ortadoğu Çalışmaları Programında öğretim üyesi Misafir Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sinan Birdal, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ve Osmanlılar: Küresel İmparator Güçten Mutlakiyetçi Devletere (I.B. Tauris, 2014) adlı kitabın yazarıdır.]
Kentsel Dönüşüm ve Referandum
Duygu Parmaksızoğlu
16 Nisan 2017’de gerçekleşecek referandum Erdoğan’ın kaderini belirleyecek. Türkiye vatandaşları ya “EVET“ diyerek mevcut otoriter rejimi onaylayacak, ya da “HAYIR“ diyerek demokratik kurumlardan ve güçler ayrılığı mekanizmalarından geriye kalanı korumayı seçecek. Teklif edilen anayasa değişikliği cumhurbaşkanının merkezinde olduğu bir yürütmeyi güçlendirmeye odaklanıyor. Değişiklik gerçekleşirse şu anki kabine ortadan kaldırılacak ve sayısını bilmediğimiz yeni bakanlar cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Yasama organı (TBMM) şu anda sahip olduğu çoğu yetkisini ve yürütme üzerindeki gücünü kaybedecek. Ayrıca yeni anayasaya göre cumhurbaşkanı Yüce Divan yargıçlarını, Danıştay savcılarını ve üyelerini atama yetkisiyle birlikte yargıyı da düzenleyebilecek.
Eğer Türkiye’nin çoğunluğu “EVET“i seçerse, yeni anayasa çevre ve şehir hareketleri için felaket sonuçlar doğuracak. 2013’te Gezi Parkı protestolarının örgütlenmesinde kritik bir rol oynayan bu hareketler direnişlerini iki ana zemine oturtmuştu: 1) çevreyi tehdit eden ve toplulukları mülksüzleştiren, simgesel kültürel ve tarihi yapıları yok eden projelere veya kamusal alanların özelleştirilmesine karşı hukuki mücadele, 2) farkındalık yaratmak ve toplumsal düzeyde siyasi rekabet ve iletişim amaçlı kitlesel eylemler ve protestolar düzenlemek.
Şimdiye kadar bu hareketlere dair hukuki mücadele olumlu sonuç verdi. Danıştay birçok talebi tanıdı ve kentsel dönüşüm projelerinin toplumsal fayda sağladığını iddia eden söylemlerin sorgulanmasına sebep olacak kararlara imza attı. Çeşitli davalarda Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı uygulanmadı ve hükümet kentsel dönüşüm projelerine devam etti. Ancak Danıştay’ın bu projeleri anayasaya ve toplum yararına aykırı bulduğu kararlar bu muhalif hareketlere ve mücadelelerine meşruiyet kazandırırken, saldırgan kentsel dönüşüm projelerinin meşruiyetini ortadan kaldırdı.
Bu yeni anayasa ise kentsel dönüşüm projelerine karşı girişilen bütün mücadelelerin basit birer formaliteye dönüşmesi ve etkilerinin tamamıyla kaybolması anlamına geliyor. Dahası bu yeni anayasa, insanların barınma, mülk edinme, ve çevre haklarını etkileyecek bu kararların bilimsel görüşlerden veya toplumsal (kamusal) itirazlardan bağımsız bir şekilde merkezi yürütmeye devredilmesini öngörüyor. Diğer bir deyişle, yeni anayasayla birlikte toplum evleriyle, mülkleriyle, yaşam alanlarıyla ve çevreyle ilgili bütün karar alma mekanizmalarından dışlanacak. Kitlesel eylemler ve protestolar ise kanunsuz ve anayasaya aykırı ilan edilirken, barınma ve çevre hakkını savunan protestocular demokratik hakkını kullanan vatandaşlar olarak görülmek yerine “terörist“ veya “devlet düşmanı“ olarak damgalanacak.
Bu referandumda söz konusu olan yaşam alanlarımızı ve çevreyi kâr amaçlı projelere ve özel sermayenin kuşatmasına karşı savunma hakkımız. Bu referandumla birlikte tehdit altına alınan, vatandaşlar olarak barınma hakkımız ve kendimiz için nasıl yaşam alanları istediğimizi seçebilme hakkımız.
[Duygu Parmaksızoğlu New York Şehir Üniversitesi’nin Antropoloji bölümünde doktora öğrencisidir. Kent antropolojisi üzerine çalışan Parmaksızoğlu, saha çalışmasını geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da tamamlamıştır. Çalışmalarında kentsel dönüşüm çerçevesinde gerçekleşen mülksüzleştirme ve yerinden etme pratiklerine odaklanırken aynı zamanda neoliberal popülizm olgusunun bu süreçler üzerindeki etkisini incelemektedir.]
Referandumu Kuirleştirmek
Hakan Sandal
21 Mart 2017’de ellerinde Na/Hayır bayrakları ile LGBT onur bayrakları olan bir grup Kürt LGBTİ+ aktivisti Diyarbekir’de Newroz’u kutlayan dev kalabalıklara karıştı. Demirci Kawa’nın zalim Dehak’ı bozguna uğrattığı Newroz miti ile onur bayraklarının Türkiye’de süregelen korku rejimine karşı bir araya gelmesi tesadüf değildi şüphesiz. Netice itibarıyla bu bedenler net bir mesaj vermek için toplandı: devlet şiddeti tehdidine rağmen buradayız, kutluyoruz, itiraz ediyoruz.
16 Nisan referandumunun, Türkiye’nin gittikçe sertleşen, kalınlaşan ve yükselen adaletsizlik ve inkâr duvarlarına temin edebileceği birçok tuğlası var. Sara Ahmed’den ödünç aldığım duvar metaforunu, eşitsizliğin biriktiği, şiddet içeren sosyal ilişkilerin kuvvetlendirildiği ve kurumsallaştırıldığı bir durumu tanımlamak için kullanıyorum.[1] Muhalif olan her bir hareket bu duvarların sürekli daralan mengenesine kıstırılmışken, referandumun ürünü de referanduma giden sürece benzeyecek gibi görünüyor. Her şeyden önce referandum olağanüstü hal yönetimi altında yapılıyor. İkinci olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi`nin üçüncü partisi konumundaki Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP)—eş başkanları dahil—on üç milletvekili tutuklu durumda. Ayrıyeten yüzlerce gazeteci de hapiste. Yakın zamanda ise mahpus Kürt siyasetçi ve LGBTİ’lerin sorunlarını bir soru önergesi ile meclise taşıyan ilk milletvekili Sebahat Tuncel, hapishanelerde sürmekte olan açlık grevlerine katıldı. Açık bir biçimde devam eden keyfi ve baskıcı pratikler, teklif edilen, diğer bir söyleyiş ile ise dayatılan başkanlık sisteminin otoriter ideallerinin korkutucu bir fragmanından başka bir şey değil.
LGBTİ+ hayatlarının Türkiye’de her daim “yaralanabilir” olduğu bilinen bir gerçek. Referandumun gölgesinde LGBTİ’lerin güçlükle kazanılmış olan var olma hakları da ciddi bir tehlike altında. OHAL’i kurumsallaştırmak adına kuvvetler ayrılığını yok etmeye çalışan bu sistemin içinde homofobi, kendi yerini kolaylıkla buluyor. Erdoğan’ın planında LGBTİ+ bireylere [güvenli] bir yer olmayacağını öngörmek de çok zor değil. Bu plan aynı zamanda AKP’nin LGBTİ+ bireylere karşı kullandığı söylem ile örtüşüyor. Bunun devamı olarak yakın dönemde İçişleri Bakanı bir gazeteciye “nonoş” diyerek homofobiyi gazetecilere yönelik baskı ile birleştirdi.
Kamusal alanda ve hukuk karşısında LGBTİ+ yaşamlarını görünmez kılmak, hetero-patriyarkal düzenin bir stratejisi. Bu bağlamda Kaos GL’nin 2016 Medya İzleme Raporu, LGBTİ+ bireylerin görünürlüğünün 2016’nın ikinci yarısında belirgin bir şekilde düştüğünün altını çizerek bu düzenin başarısına dikkat çekiyor. LGBTİ+ kimliğinin anayasal düzeyde tanınmamasının getirdiği yapısal şiddet ise durumu daha da vahimleştiriyor. Buna rağmen, geçen sene yasaklanan İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşünün basın açıklamasından şu kısa alıntının gösterdiği üzere LGBTİ+ direnişi somut ve kudretli olmaya devam ediyor:
(…) Bizi incitmek için ettikleri hakaretleri biz gururla sahipleniyoruz. Sahip olduğumuz sınırlı alanları dayanışmayla büyütüyoruz. Bizler yürüdüğümüz her sokakta, emek verdiğimiz her mesai gününde, her evde, yaşadığımız her aşkta ve her sevişmede bir devrim gerçekleştiriyoruz. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Antep’te, Amed’de, Meksika’da, Bangladeş’te, Orlando’da öldürülüyor ve tekrar doğuyoruz. Biz hep varolacak, varoluşumuzu hep haykıracak ve varoluşumuzdan hep onur duyacağız.
Son olarak, her kuir nefes bu referandumun sunduğu seçenekleri reddeden sert bir “HAYIR”dır. Kuir varoluş, ‘doğası gereği’ otoriterciliğe itiraz eder. Elbette “HAYIR”ın kazanması ne Türkiye’yi hızlıca demokratikleştirecek, ne de halkın derin yaralarını iyileştirecek. Ancak itirazlarımız – yani varoluşumuz – duvarda çatlakların olduğunu hatırlatıyor, ve bildiğimiz gibi “ışık böyle içeri girer.”[2]
NOTES
(1) “Tuğla Duvarlar” [“Brick Walls”], Feminist Bir Hayat Yaşamak [Living a Feminist Life] (Durham: Duke Üniversitesi Yayınları, 2017), 135-60.
(2) Gülkan ‘Noir’ın Kaos Q+ dergisinde yayımlanan yazısını okuduktan sonra Leonard Cohen’in “Anthem” adlı şarkısının sunduğu kuir olasılıkları yeniden değerlendirme imkanı buldum. “Bindir Bir: Sınıraşımı Şarkısı,” Kaos Q+ 4. sayı, 2016, 83-86.
[Hakan Sandal Cambridge Üniversitesi - Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Merkezi’nde doktora öğrencisidir. Doktora çalışması etnisite ve toplumsal cinsiyetin kesişimine, özel olarak da Kürt LGBTİ’lere odaklanmaktadır.]
Anayasa Referandumu ve Avrupa’daki Türkiye Diasporası
Bilgin Ayata
Geçtiğimiz kırk yılda, seçmenleri mobilize etmek için kullanılan milliyetçi retorik Türkiye siyasetinin alamet-i farikasına dönüştü. Bu retorikle birlikte gözden çıkarılan iç mihrakların her zamanki “gözdesi“ Kürtler oldu. Tıpkı AKP hükümeti gibi önceki hükümetler de halihazırda var olan terör ve PKK’ye karşı savaş söylemini seçim öncesi süreçlerde yükselterek milliyetçi oylarını sağlama alma eğilimi gösterdiler. AKP de bu yazısız seçim kuralına Kasım 2016’da gerçekleşen son genel seçimlere kadar sadık kaldı.
Son anayasa referandumu kampanyası sürecinde ise AKP ortaya yeni bir düşman koydu. Bu seferki tehdit içeriden değildi, bu yeni tehdit “İslam düşmanı” Avrupa’nın “faşistleri“ ve “Nazi”leriydi. Mart ayında Alman ve Hollandalı otoriteler Türkiye bakanlarının Almanya ve Hollanda’da kampanya gerçekleştirmelerine engel olunca, Türkiye - Avrupa ilişkilerindeki gerginlik birkaç gün içerisinde sert bir şekilde tırmandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çeşitli bakanlar Alman ve Hollandalı siyasetçileri şiddetle kınayan açıklamalar yaparken ihaleyi Türkiye’yle Avrupa arasında din savaşlarına kadar yükselttiler. Aynı açıklamalarda Avrupa’da yaşayan Türklere seslenen bakanlar, vatandaşları bir vatanseverlik görevi olarak referanduma çağırmakla kalmayıp Avrupa’daki adaletsizliklere karşı beşer çocuk yapmalarını istediler. Türkiye’deki anti-demokratik koşullara karşı uluslararası ilginin zirve yaptığı bu dönemde AKP hükümeti kampanya sahnesini Türkiye’den büyük bir maharetle yaklaşık 4.6 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yaşadığı Avrupa’ya taşıdı. Avrupa’daki Türkiye diasporası kendini bir anda kampanyanın ön saflarında buldu. O zamandan beri ise Alman, Fransız, Hollanda ve Avusturya medyaları sürekli Türkiyeli göçmen nüfusları ve referandumdaki potansiyel tutumları ile ilgili raporlar gösteriyor. Bu süreçte İsviçre bulvar gazetesi Blick, İsviçre’deki Türkiye cemaatini referandumda “Hayır“ oyu vermeye çağırırken, aksi takdirde İsviçre’de artık sıcak karşılanmayacaklarını belirtti. Bu ayrıştırıcı retorik, özellikle araştırmaların AKP mağlubiyetini işaret ettiği bu referandum sürecinde, sadece AKP’nin hem yurt içi hem yurt dışındaki seçmenlerini mobilize etmeye yardımcı oluyor. Ayrıca bu retorik “Türkiyeli göçmenler“ kategorisi altında toplanan oldukça heterojen topluluklar arasındaki kırılmayı da körüklüyor. Avrupa ahalisi çok uzun süre Türkiyeli göçmenlerin çoğulluğuna ve aralarındaki farklara dikkat etmeyip basitçe “yabancılar“ ya da “Müslümanlar“ olarak adlandırmayı tercih etti. AKP’nin dış oylar konusunu gündeme taşıması Avrupa ahalisinin gözden kaçırdığı bu politik farklılıkların daha da görünür olmasına sebep olacak ve bu görünürlük önümüzdeki yıllarda daha da belirginleşecek.
2013’te Türkiye Büyük Millet Meclisi, yurtdışında yaşayan 2,8 milyon vatandaşına genel seçimler, referandumlar ve başkanlık seçimlerine katılma hakkı verdi. Mutlak rakamlar açısından çok yüksek olmasa da yurtdışı oylar İstanbul, İzmir ve Ankara’dan sonra dördüncü büyük seçmen kitlesini oluşturuyor. Türkiye’den göç ve yerinden edilme tarihi dikkate alındığında yurtdışı oy sayısı çok yüksek; Almanya, Fransa, Hollanda ve Belçika gibi yurtdışı seçmenin en yoğun yaşadığı ülkeler Türkiye’deki seçim kampanyalarının ilgi odağında bulunuyor. Yurtdışı katılım ilk başta pek düşük olduğu halde Kasım 2015 genel seçimlerine yurtdışı seçmenin %40’ı katıldı. Benzer seçme hakları olan ülkelerle kıyaslandığında bu rakamın oldukça yüksek olduğu açıktır. Yurtdışından seçme hakkının tanınması, şimdiye dek üç seçime katılan Türkiye’nin küresel diasporasını siyasi olarak haritalandırma olanağı sağlamıştır. Bu seçimlerin sonuçları gösteriyor ki yurtdışı oylardan Türkiye oranına kıyasla en çok AKP faydalansa da, diğer partiler de bu oyların faydasını görmektedir. Sözgelimi Haziran 2015 seçiminde diasporada kullanılan oylardan dolayı İngiltere, İsviçre ve Finlandiya gibi ülkelerde %50’den fazla oy alan HDP, parlamentoda kendine daha çok yer edinebilmiştir.
“EVET” kazandığı takdirde Erdoğan’ın otokrasisini yasal bir şekilde ilan edecek bu referandumun akıbetinde yurtdışı oylar çok kritik bir rol oynayacaktır. AKP, Avrupa’da yaşayan muhalefeti bastıramadığı için Türkiye’deki siyasi koşullara yönelen dikkati dağıtmak amacıyla kendisini Avrupa’nın demokratik olmayan politikalarının mağduru olarak sunuyor. AKP’nin gerilimi arttırma ve kutuplaştırma stratejisinin arkasındaki hesabını deşifre etmek zor olmadığı için Almanya ve Hollanda’nın oltayı yutması daha da moral bozucu. Türkiye’den göçmenlerin siyasi tercihlerini tetkik etmek yerine Avrupa’da onyıllardır yaşadıkları halde vatandaşı olmayan, karar verme süreçlerinden dışlanan göçmenlerin siyasi haklarını ondurarak daha ikna edici bir tepki verebilirdi. Ama vatandaşlık kavramı temeline dayanan günümüzün demokrasi yapısında öyle olmuyor tabii. Türkiye, Avrupa ya da başka yerlerde bulunan bu tür yapılar içinde mülteciler ve göçmenler siyasetin kenarlarında kalmak zorunda. Erdoğan’ın Suriyeli mültecileri kullanarak kendi siyasi avantajını arttırdığı Türkiye-AB mülteci anlaşması için de olduğu gibi, referandum kavgalarında Türkiye’den gelen göçmenler siyasi araca dönüşmüştür. Mülteci anlaşması sayesinde Avrupa’nın siyasi kazanç için göçmenleri araçsallaştırma açısından çok güvenli bir ortak olduğunu Erdoğan çok iyi biliyor.
[Yrd. Doç. Dr. Bilgin Ayata, Basel Üniversitesi’nin Siyasal Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Doktorasını Johns Hopkins Üniversitesi’nde bitirmiştir. Uluslaraşırı diaspora aktivizmi, yerinden edilme politikaları, dış politika, soykırım inkârı ve hafıza rejimleri gibi konular üzerinde eserler yayımlamıştır.]
Umutlu Olmak
Kerem Altıparmak
Parlamentoda 4 parti var. Milletvekili sayısıyla en büyük ve en küçüğü zaten evet diyor. İkinci büyük muhalefet partisinin eşbaşkanları ve sözcüleri dahil 13 vekili ve binlerce üyesi tutuklu. Bu partinin kardeş partisi tarafından yönetilen tüm belediyelere el koyulmuş, belediye eşbaşkanları dahil binlerce üyesi ktutuklu. Anamuhalefet partisi, taktik olarak olabilir, hiç şatafatlı bir kampanya yürütmüyor. Tüm panolar evetlerle dolu. OHAL bahanesiyle muhalif medya tamamen susturulmuş, kapatılan televizyon, radyo ve gazetelerin yanında binlerce gazeteci işsiz kalmış, 150 gazeteci hapiste. Atilla Taş ve Murat Aksoy örneğinde olduğu gibi, hapisten çıkanı daha çıkamadan tekrar alıyorlar. O da yetmiyor, tahliye kararı veren hakimleri de açığa alıyorlar. Hayır diyeceğini söyleyen gazeteciyi direkt işten atıyorlar. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın açılış adı altındaki mitingleri aynı anda 15-20 kanalda yayımlanıyor.
Ve buna rağmen iktidar partisi %50’yi garantileyebilmiş değil. O kadar garantileyebilmiş değil ki anket yayımlanması bile yasak. Ve siz buna rağmen umutsuz olduğunuz için sandığa gitmeyeceksiniz öyle mi? Dünyanın en adaletsiz seçim kampanyası bile bu toplumun yarısını ikna edememişken umutlu olmayacaksanız, ne zaman umutlu olacaksınız ki?
[Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak, İnsan Hakları, İnsancıl Hukuk, Uluslararası Ceza Hukuku, Anayasa ve İdare Hukuku üzerine ders veriyor. Bu yazının orijinali Mülkiye Haber’de yayımlandı.]
[Bu yazılar Faruk Şeref, Hakan Sandal ve Nicholas Glastonbury tarafından Türkçeye çevrildi. İngilizcesine buradan ulaşabilirsiniz.]